Sporcu Ortopedist Prof. Dr. Ahmet Atay

Ahmet Atay kimdir?

Ben 1965 yılında Norveç’te doğdum. Okul hayatım Ankara’da geçti. Ankara Atatürk Anadolu lisesinden mezun olduktan sonra, Tıp Eğitimimi Hacettepe Üniversitesinde yaptım. Ortopedi ve Travmatoloji ihtisasını da Hacettepe Tıp Fakültesinde tamamladım. Halen aynı bölümde Profesör Doktor olarak çalışmakta ve eğitim vermekteyim.

Spor hayatınızın neresinde?

Hayatımın önemli bir parçasıdır. Küçük yaşlardan beri sutopu, masatenisi, tenis, windsürf gibi bir çok spor dalını denedim ve yaptım. Ama tüm bunların arasında bugün halen vazgeçilmez olan kayak ve golf diyebilirim. Bu spor dallarını yapabilmek için her türlü fırsatı değerlendiririm. Haftada en az bir kez golf oynamaya çalıyorum. Yaklaşık 45 yıldır kayak, 20 yılı aşkın da golf oynamaktayım. Bu sporlara ek olarak son yıllarda hafta da iki kez yürüyüş, kürek gibi kardiyolojik egzersizleri de rutinime ekledim.

Bir ortopedist olarak spor yaparken nelere dikkat ediyorsunuz?

Yapılan spora özel ısınma ve esneme hareketlerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yaptığımız spor dalından bağımsız olarak genel kondisyonumuz (vücut ağrılığı, kalp akciğer kapasitesi, sağlıklı eklemler vb.) açısından kardiyolojik aktiviteleri düzenli olarak yapmalıyız. Hangi sporu yaparsak yapalım, genel durumumuzu ve yaşımızı göz önünde bulundurmalıyız. Yaptığımız spor dalına ait malzemeleri özenle seçmeliyiz.

Ortopedist olmanızda sporcu olmanızın etkisi var mı?

Aslında ben ortopedi branşını seçerken, ülkemizde ve dünyada spor yaralanmalarına özel tedavi yöntemleri pek gelişmemişti. İhtisasımın son yıllarına doğru endoskopik eklem cerrahisinin uygulanmasıyla beraber sporcu ve spor yaralanmalarına tedavi yöntemleri hızla gelişti. Ben de aktif ve lisanslı bir sporcu ve doktor olarak, bu konuda ilerledim. Bugün her yaşta, hem amatör, hem profesyonel sporcuları tedavi etmekten mutluluk duyuyorum.

Golf için söyleyecekleriniz var mıdır? Golf Türkiye’de nasıl bir öneme sahip?

Bize biraz golf sporundan bahseder misiniz? Golf, doğada özel olarak yapılmış bir golf sahasında golf sopası ve küçük sert bir golf topuyla oynanan oyundur. Oyunun amacı, sahanın belirlenmiş 18 parkurunu (çukurunu) golf topuna en az vuruş yaparak tamamlamaktır.

Golfçünün gerçek rakibi diğer oyunculardır. Fakat saha zorlayıcı olduğundan rakip “golf sahasının kendisi” olarak görülür. Golf, iki ana prensip üzerine inşa edilen kurallar üzerinde durmaktadır: Oyuncuya ve sahaya saygı.

Bu prensiplere sıkı sıkıya bağlı hareket edilmesi sayesinde bu spor bu kadar yaygınlaşmış ve sevilmiştir. Golfün geçer akçesi “saygı”dır. Her yaşta golf oynanabildiği için, dünyada en çok lisanslı oyuncusu olan spor dalıdır.

Golf sahası, hava durumu gibi değişkenler sebebiyle bu sporu hatasız uygulamak çok kolay değildir. Bu da bu spora tutkuyu arttırmaktadır. Günümüzde çok ilgi çeken ve milyarlarca dolar değerinde bir endüstri olmuştur. Türkiye’de golf, 1895 yılından bu yana oynanmaktadır. Uzun bir geçmişi olmasına karşın, küçük bir golfçü grubu olarak kalmıştır.

Türkiye Golf Federasyonu 1996 yılında kurulmuştur. Golf oynayanların sayısı yedi bini geçmiştir. İngiltere’de yediyüzbin lisanslı golf sporcusu olduğu düşünülürse, bu sayı oldukça azdır. Golf, Türkiye turizmine oldukça büyük katkı oluşturmaktadır, sezon dışı Akdeniz bölgesindeki otellerin tam kapasite çalışmasını sağlamaktadır.

 

Direksiyon Başındaki Heyecanlı Yolculuk

Prof. Dr. Nesrin Çobanoğlu Yüksel’in kaleminden..
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı

Hızın Geleceği ve Lüksün Klasiği” Tesla Model Y ile Mercedes E 250’nin Karşılaştırması”

Araba sürmek benim için yalnızca bir ulaşım aracı kullanmak değil; ruhumu besleyen, her anından keyif aldığım bir tutku. Bu tutku beni her defasında yeni bir deneyime sürüklüyor ve bu yıl hem Tesla Model Y Performance hem de Mercedes E 250’yi aynı anda kullanma fırsatı buldum. Mercedes’im zaten vardı ve oğlumun önerisiyle Tesla Model Y Performance aldım. Birden elektrikli araca geçmekten korktuğum için yıl boyunca ikisini birlikte kullandım.

İki farklı dünya: biri saf elektrikli hız, diğeri ise zarafetin ve lüksün kusursuz birleşimi. Sürücü koltuğuna oturduğunuzda iki arabanın da sizi nasıl bambaşka diyarlara götürdüğünü hissetmek tarifsiz bir deneyimdi. Her seferinde hangisini seçeceğim konusunda heyecan duyarak otoparka indim. Hadi, bu iki muhteşem aracı direksiyon başında hissetmenin nasıl olduğunu konuşalım.

**Hızın Geleceği ve Lüksün Klasiği: Tesla Model Y ile Mercedes E 250’nin Karşılaştırması**
*Heyecanlı Yolculuk: Direksiyon Başındaki Prof. Dr. Nesrin Çobanoğlu Yüksel’in Kaleminden*
*Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı*

### Tesla Model Y Performance: Torkun Gücüyle Başım Arkaya Yapıştı

Tesla Model Y Performance’a ilk oturduğumda, minimalist iç mekanın sadeliği beni büyüledi. Fakat asıl büyü, ayağımı gaz pedalına dokundurduğum anda başladı. Tamamen elektrikli motorun sunduğu ani tork beni resmen koltuğa yapıştırdı. İnanılmaz bir hızlanma! Bu ivmeyi bir benzinli araçta bulmanız neredeyse imkansız.

456 beygir gücüyle, 0’dan 100 km/s hıza 3.5 saniyede ulaştığımda kalbim adeta göğsümden çıkacak gibiydi. Elektrikli motorun sessizliği ve anında tepki veren gaz pedalına rağmen, Tesla’nın sunduğu bu güç patlaması insana adrenalin pompalayan türden. Direksiyon başında, torkun gücünü her bir hücremde hissederken, Ludicrous Mode’u devreye soktuğunuzda araç daha da vahşi bir hal alıyor.

Hiçbir titreşim, motor gürültüsü ya da gecikme yok. Sessiz bir fırtına gibiydi; hızlanıyorsunuz ama neredeyse hiç ses duymuyorsunuz. Bu özellik, özellikle yüksek hızlarda kontrolü elden bırakmadan keyifli bir sürüş sunuyor. Tesla’nın sunduğu bu hız ve ivmelenme, her seferinde beni hayrete düşürdü ve sanki başım sürekli koltuğa yapışıyormuş gibi hissettim. Japonya’da katıldığım bir konferansta “kamikaze” kelimesinin içerdiği tüm anlamı yüreğimde hissettim; doğanın en büyük güçlerinin (fırtına, sel) tamamının bir araya gelmesi gibiydi.

Mercedes E 250: Zarafetin ve Konforun Kucaklayışı

Tesla’dan Mercedes E 250’ye geçtiğimde, farklı bir dünyaya adım atmış gibi hissettim. İlk fark ettiğim şey, kabinin içine yayılan lüks ve rahatlık oldu. Her bir dikişi özenle yapılmış deri koltuklar, kaliteli malzemeler ve zarif detaylar sizi hemen etkiliyor. Mercedes, sürüşteki konforu ve zarafeti bir sanata dönüştürmüş.

Evet, E 250’nin 211 beygir gücü Tesla’ya kıyasla daha düşük, ancak bu durum bana daha çok zarif bir dans gibi geldi. Sürüş sırasında motorun huzur veren sesi, süspansiyon sisteminin yolun tüm pürüzlerini adeta yok etmesi, direksiyonun yumuşak ama kararlı tepkileriyle birleşiyor. Mercedes E 250 ile yol almak, adeta klasik bir müzik dinlemek gibi; her nota dengeli, her geçiş pürüzsüz.

Tesla Model Y Performance ile hissettiğim adrenalin patlamasının aksine, Mercedes E 250 bana dinginlik ve huzur sundu. Bu iki araç, farklı ruh hallerine hitap eden eşsiz deneyimler yaşattı. Biri hızın ve teknolojinin doruklarında bir yolculuk, diğeri ise zarafetin ve konforun kucakladığı bir serüven.

Farklı Karakterler, Aynı Keyif

İki araç da sürüş zevki açısından bambaşka dünyaları temsil ediyor. Tesla Model Y, hız ve performans tutkunları için adeta bir teknoloji mucizesi. Size sunduğu bu anında ivmelenme ve tork, adeta bir spor aracı sürüyormuşsunuz hissi veriyor. Tesla, geleceğin sürüş deneyimini bugüne taşıyor. Eğer bir yarış pistine çıkacak olsaydım, Tesla ile elde edeceğim hız ve adrenalin beni tatmin ederdi. Mercedes E 250 ise daha çok konfor ve lüks isteyen sürücüler için mükemmel bir seçenek. Her ne kadar Tesla’nın sunduğu saf hızla yarışmasa da, E 250’nin sunduğu sürüş kalitesi, zarafet ve şıklık, her kilometrenin tadını çıkarmak isteyenler için ideal. Direksiyon başındayken kendinizi kraliyet ailesinin bir üyesi gibi hissediyorsunuz; her şey o kadar rafine, o kadar mükemmel ki, hızla acele etmek yerine yolda zarafetle süzülmek isteyeceksiniz.

Hangi Yolculuğu Seçerim?

Bu iki aracı aynı anda kullanmış biri olarak, her ikisinin de bana sunduğu deneyimler unutulmaz. Tesla Model Y Performance, adrenalin seven yanımı tatmin ederken, Mercedes E 250, lüks ve zarafet arayışımı kusursuz bir şekilde karşılıyor. Hangi aracı tercih edeceğim sorusu ise tamamen o anki ruh halime bağlı. Eğer hız ve teknolojiyle çevrilmiş bir dünyada çılgınca bir yolculuk istiyorsam, Tesla’yı seçerim.

Ancak bir akşam yemeğine şıklıkla gitmek ya da uzun bir yolda keyif almak istiyorsam, Mercedes E 250’nin zarif kollarına kendimi bırakmayı tercih ederim. İki farklı araç, iki farklı ruh hali… Hangisini seçerseniz seçin, direksiyon başında her iki araç da size unutulmaz bir sürüş deneyimi sunuyor.

Hangisi Daha Heyecan Verici?

Eğer hız, anlık tork, teknolojik yenilikler ve elektrikli bir sürüş deneyimi arıyorsanız, Tesla Model Y Dual Motor Performance sizin için doğru seçim olabilir. Elektrikli motoruyla sunduğu inanılmaz hızlanma, geleceğe yönelik teknolojik donanımları ve çevreci yapısıyla motor sporlarını sevenler için müthiş bir deneyim sunuyor.

Öte yandan, Mercedes E 250, daha geleneksel bir sürüş deneyimi arayanlar için zarafet, lüks ve performansın mükemmel bir kombinasyonunu sunuyor. Turbo motoruyla tatmin edici bir hızlanma sunarken, uzun yolculuklarda konforu ve kalitesiyle fark yaratıyor.

Sonuç olarak, her iki araç da motor sporlarına ilgi duyanlar için farklı heyecanlar sunuyor. Elektrikli hızlanmanın saf adrenalini mi, yoksa klasik Mercedes lüksü ve zarafeti mi sizin için daha çekici? Seçim sizin..!

Hemşirelik

Melda Kamer Öncü

Hemşire, akut ya da kronik fiziksel ve zihinsel hastalıktan muzdarip hastalar için sağlık kuruluşlarında veya evde tıbbi bakım hizmeti sağlar. Hastane, tıp merkezi, özel klinik, okul, sağlık merkezleri gibi kurumlarda görev alır. Bakımındaki hastaların tüm tıbbi ihtiyaçlarını karşılamakta doktorlara yardımcı olurlar. Hemşirelik, oldukça zor ancak bir o kadar da kutsal bir meslektir.

‘HEMŞİRELİK MESLEĞİ OLDUKTA KUTSAL BİR MESLEK’

Ortadoğu ASG Tıp Merkezi Acil Bölümünde hemşire olarak çalışmaktayım. 2017 yılından beri hemşirelik yapıyorum. Hemşirelik mesleği oldukça kutsal bir meslektir. İnsanların zor anlarında yanlarında oluyoruz. Yeri geldiğinde onlara adeta nefes oluyoruz. Acil serviste görev yapmam nedeniyle, insanlara nefes olmanın ne kadar önemli olduğunu daha iyi görüyorum. İnsanların hayatlarına dokunuyoruz. Gece gündüz demeden, ailemizden ve sevdiklerimizden fedakârlık yaparak mesleğimizi icra ediyoruz.

Bir hastanın iyileşme sürecini, ilk geldiği andan hastaneden taburcu olduğu ana kadar gözlemleme imkânımız oluyor. Hasta ve hasta yakınları, sevdiklerinin iyileştiğini gördüklerinde bize dua ederek hastaneden ayrılıyorlar. Bu da mesleğimize olan sevgimizi ve bağlılığımızı daha da artırıyor. Mesleğimi büyük bir aşkla ve severek yapıyorum. Hemşire olmaktan gurur duyuyorum.

Tıp merkezine gelen hasta ve hasta yakınlarında genellikle bir korku oluyor. Bu durumda onlarla etkili iletişim kurmak bazen zor olabiliyor. Bu, mesleğimizin en zor taraflarından biri. Ancak bizler, hasta ve hasta yakınlarının psikolojisini dikkate alarak onlara uygun şekilde davranıyoruz. Mesleğimizde fedakârlık önemli bir yer tutuyor. İnsanlara yardımcı olduğumuzu hissettiğimizde ve yapılan tedaviler sonucunda aldığımız dualar, tüm zorluk ve sıkıntıları unutturuyor.

Tıp merkezi ortamında, çalışma arkadaşlarımız ve hastalarımızla adeta bir aile ortamı oluşturuyoruz. Zorlu çalışma koşullarında birbirimize destek olarak güzel bir uyum sağlıyoruz. Hüzünleri ve sevinçleri birlikte yaşıyoruz. Arkadaşlarımızla sık sık hastalarımıza daha iyi hizmet verebilmek için konuşuyoruz. Hastalarımız ve hasta yakınlarına en iyi hizmeti sunmak için yoğun çaba gösteriyoruz. Onlarla kurduğumuz sıkı iletişim sayesinde daha samimi ilişkiler geliştiriyoruz.

**Hemşirelik: Sabır, Merhamet ve Sevgi Gerektiren Bir Meslek**

“İnsan hayatı kutsaldır. Bu yorucu, sabır, merhamet ve sevgi gerektiren mesleği yapabilecek gücü bulmak çok değerlidir. Hemşirelik, insan ve toplum sağlığını geliştirmede önemli bir role sahiptir. Mesleğimizi icra ederken sabır çok önemlidir. Ancak işimizi sevdiğimizde, yaşanan zorluklar daha kolay aşılır. Mesleğimizi yapmak isteyenlere gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. Bu mesleği yaparken sadece maddi kazanç sağlamakla kalmaz, hastalarımızın hayır dualarıyla moral ve enerji kaynağı da buluruz.”

Yazının devamını okumak için sayımızı inceleyebilirsiniz.

Karışık Kaset

Uzm. Dr. Selin Erel’un kaleminden

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Dr. Öğretim Üyesi

Dr.Erel, 2017 yılında Avrupa Anestezi Derneği Young Recognition Award ve 2022 ve 2023 yıllarında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) Kongresi’nde Deneysel Çalışma Sözlü Sunu Yarışmalarında aldığı Birincilik Ödülleri yanında 2018 yılında TARD tarafından düzenlenen Ayba Öykü Yarışmasında “Karışık Kaset” adlı öyküsüyle birinci olmuştur.

Doktor, çalmakta olan dokunmatik telefonunu yavaşca sağa kaydırıp gelen aramayı yanıtladı. Kurşun asker boyundaki asistanının telaşlı yüzü hologramik ekrandan fırlayınca kısacık irkilmekten kendini alıkoyamadı. Şu hologramik cep telefonlarına hala alışamamıştı. Hem konuşurken her seferinde görülmekten de hoşlanmıyordu.

-Hocam, 11. kanat 21 numaralı ameliyathaneden arıyorum. Korkarım kullandığımız nanoremde bir sorun var. Hastanın GİG’lerini kontrol etmekte bir sıkıntı çekiyoruz. Planladığımız algı hikayesinden farklı bir senaryoya gireceğimizden endişe ediyoruz.

– Tamam hastanın görüntü frekanslarını sabit tutun, geliyorum.

Asistanının sesi endişeli gelse de; aslında üstesinden gelebileceklerini biliyordu. 3 senedir göz içi görüntü simülasyonu, yani GİG eğitimi alıyorlardı. Ancak yine de beklenmedik bir durumla karşılaşmak istemezdi. Ters giden bir durum adına zarar verebilirdi. Ne de olsa GİG simülasyonunun yaratıcı ismi kendisiydi. Gidip bir göz atmasından zarar gelmezdi. Yavaşça odasından ameliyathaneye doğru yürümeye başladı. Ameliyathane sayısı yüksek bir hastanede çalışıyordu. Ameliyathanelerin düzeni de eskiye göre değişmişti. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” diye Heraklaitos’un sözünü mırıldandı. Kendisi de ufak tefek zıpır yenilikler dışında, mesela hologramik telefonlar, değişimi severdi. Ne de olsa o anestezideki bu büyük değişimin öncülerindendi. Değişim anesteziye sıçramadan önce dünya genelinde başlamıştı bile. Önce kaynaklar azalmış, yerel kuraklıkların ardından büyük kuraklık olarak adlandırılan dekat yaşanmıştı. Bunu takip eden dönemde de bölgesel su savaşları ortaya çıkmıştı. Daha sonraları da insanlar yiyecek için birbirlerini kırıp geçirmişti. O zamanları hatırlamak bile acı vericiydi. Yaşanabilir çevre için büyük ayaklanmalar ise ondan sonra doğmuştu. Önce sivil toplum örgütleriyle başlayan çevre duyarlılığı hareketleri sonra devletlerin de desteklemesiyle çığ gibi büyümüştü. Bu, son virajdan geri dönmek gibiydi. O yıllarda hala Mars projesinin sunduğu hayal gibi, dünyayı terk edip diğer gezegenlerde yaşam kurma fikri bazı düşünürler ve çevre bilimciler tarafından desteklenmekteydi; ancak daha sonraları bu toplu göçün de insanlığı kurtaramayacağı anlaşıldığında en sonunda eski toprağa bir şans daha verilmişti. Benzinli arabalar yasaklanmış, yenilenebilir enerji ile çalışmaya uyum gösterebilen fabrikalar kalmış, diğerleri kapatılmıştı. Geri dönüşüm altın çağını yaşamaya başlamıştı. Ameliyathaneler bile bu akıma kendilerini zorunlu da olsa kaptırmış görünüyorlardı. İstanbul’da tamamen geri dönüştürülmüş malzemelerden yapılmış bir ameliyathane bile vardı. Kömür, petrol gibi enerji kaynaklarına devletlerin hepsi kısıtlama getirmiş, alternatif enerji kaynaklarına global bir yönelim olmuştu. Tıp dünyası da bu değişimden nasibini almıştı elbet. Önce inhalasyon anesteziklerine kısıtlama gelmiş, oksijen kullanımı bile sıkı denetim altına girmişti. Doktorun çalışmaları da bu dönemde parlamıştı…

Genç bir yetenek Sevcan Doğan

1997 yılında Malatya’da doğdu. Birkaç yıl sonra ailesi ile birlikte ailesi ile birlikte Ankara’ya taşındı. Evin tek çocuğu olarak tüm eğitim hayatını Ankara’da geçirdi. Lise yıllarında çeşitli resim ve heykel sergilerine katıldı. Eryaman Lisesinden mezun olduktan sonra Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik ve Cam Bölümünü kazandı.

Lisans eğitimi boyunca çeşitli sergi ve uluslararası seramik sempozyumlarına katıldı. 2020 yılında Seramik ve Cam Bölümündeki lisans eğitimini tamamladı. Lisans eğitiminden sonra yine 2020 yılında Hacettepe Üniversitesi Seramik ve Cam Bölümünde tezli yüksek lisansa başladı.

Bu süreçte seramik, video, fotoğraf ve karışık malzeme kullanarak sanatsal işlerini üretmeye devam etti. Sanatsal çalışmalarında “eksiklik ve beraberinde getirdiği çürüme“ kavramları üzerinde çalışmalarını sürdürdü. Yakın bir zamanda Bodrum’a taşındı ve kendi atölyesini kurdu. Halen öğrenim hayatına devam etmekte olup şimdilerde üzerinde çalıştığı kendi kişisel seramik markası için tasarım ve üretim yapmaktadır. Endüstriyel çalışmalarının yanı sıra sanatsal çalışmalarına da devam etmektedir.

Katıldığı sergi ve sempozyumlar

• 2017-Hacettepe Üniversitesi GSF Seramik Bölümü 2. Sınıf Bitirme Sergisi. Sergileme
• 2018-VIII. Uluslararası Hacettepe Üniversitesi Macsabal Odun Pişirimi Sempozyumu-Sanatçı Asistanlığı
• 2019-IX. Uluslararası Hacettepe Üniversitesi Macsabal Odun Pişirimi Sempozyumu- Sanatçı Asistanlığı
• 2019-Türk Seramik Derneği adına ‘Hediyemi Seramikten Tasarla’ yarışması. Sergileme
• 2020-‘Bir Arada’ Seramik ve Cam Sergisi. Asistanlık
• 2020-Hacettepe Üniversitesi ‘Sanat ve Tasarım Sergisi’ Sergileme
• 2020-Portfolyou Online ‘Heykel’ Sergisi 2020. Sergileme
• 2020-Clayartplatform ‘Devinim Online 2020’ Sergisi. Sergileme

Emziren Anne Beslenmesi Nasıl Olmalıdır ?

Merhaba anne aramıza hoş geldin. 9 ay boyunca bugünü bekledin. Miden bulandı, kramplar girdi ayaklarına, bacaklarına, istediğin gibi yatamadın, uyuyamadın son zamanlarında… ve çektiğin sıkıntıların hepsinin son bulacağını düşündüğün o gün geldi. Aldın kucağına o minik mucizeyi. Tam ohh rahatladım diyecekken diyemediğini biliyorum. Bedeninle alakalı sıkıntıların hala geçmedi. Şimdi de dikiş yerlerin acıyor, emzirmeye çalışıyorsun ama bir türlü olmuyor, memen acıyor, çocuğu tutmayı bile daha anlayamadın. Evet çok haklısın bunların hepsi şu an senin için çok büyük sıkıntılar ama geçecek. Emzirmeyi, bebeğini doyurmayı öğreneceksin. Ona sarılmayı, dokunmayı, kucaklamayı ve belki de en önemlisi onu sevmeyi öğreneceksin. Tabi bu noktada senin psikolojini bozmak isteyenler hiç boş durmayacak.

Daha hastanedeyken başlayacaklar: “Bu çocuk aç! Doymuyor bu çocuk! Sütün geldi mi? Ayy kucağına alma sen böyle yaparsan hemen kucağa alıştırırsın. Bak sonra çok çekersin demedi deme.” Diye. Şimdi asıl en bombasını söylüyorum. Daha doğum yapalı 3 saat bile olmadan bir de derler ki “Aa karnın hiç inmemiş senin. Ne zaman inermiş karnın? Sanki bebek hala orda gibi.” Bu soruların bir sonu yok maalesef ama sen bil ki o karnın da inecek, o bebek de emecek, o kilolar da gidecek. Sen bu kiloyu 1 günde değil, 9 ay boyunca yavaş yavaş aldın ve verirken de doğru bir şekilde beslenerek, sütüne zarar vermeden belki 9 ay bile sürmeden verebileceksin.

Öncelikle ilk 6 ay önceliğimiz senin sütün. Yanlış uygulayacağın beslenme şekilleri süt üretimini azaltabilir hatta kesilmesine neden olabilir. 6 ay zayıflamak için herhangi bir rejim uygulanması doğru değil fakat sen bu süreçte hiç kilo vermeyeceğim o zaman diye düşünme. Çünkü sağlıklı beslendiğinde şişliğinin, ödeminin ve senin olmayan kiloların gittiğini göreceksin. Emziren annelerin en büyük yanlışı; sütünün artması için (yine etrafın baskısı sonucu) bol şekerli kompostolar, tatlılar gibi çok yüksek kalorili besinler tercih edilmesi. Halbuki sütünü arttırmak için bunlara hiç ihtiyacın yok. Gel sana nelere ihtiyacın olduğunu anlatayım. Yeterli su tüketimi: Su süt yapımında en önemli unsurdur.

Günlük 3 litre su mutlaka tüketmelisin. 8-12 bardak olarak da hesap edebilirsin. Bunu sadece içtiğin su olarak düşünme. Şekersiz komposto, süt, ayran gibi içeceklerle de sıvı ihtiyacının bir kısmını karşılayabilirsin. Sana ufak bir tavsiye emzirirken mutlaka yanında suyun olsun. Merak etme emzirirken su içersen çocuğun ağzına su fışkırmaz. Bu saçma düşünceyi daha önce hiç duymadıysan gerçekten çok şanslısın 😊 Yeterli kalori alımı: Sağlıklı bir anne günde ortalama 700-800 ml süt salgılar. Bu sütü üretmek için harcadığı kalori ortalama 750 kaloridir. Yani bu dönemde annelerin almaları gereken kalori miktarları artar. Beslenmene ek 300-500 kalori ek yapılması gerekirken geriye kalan 250 kaloriyi gebelikten kazandığın depolardan harcarsın. Yani bu dönemde emzirerek gebelik kilolarını verebilirsin. Ama çabuk sevinme. Öyle bir anda bütün kilolar gitmez tabi ki. Ayda 2 kilo ağırlık kaybı en güzeli. Fazlası yukarıda anlattığım gibi zararlı olabilir. Günlük aldığın kalori miktarı 1800’den az olmamalı.

Cumhuriyetin Yüzüncü Yılında Sporda Türk Kadının Armağanı: Avrupa Voleybol Şampiyonluğu

Atatürk’ün başlattığı Cumhuriyet aydınlanmasının mihenk taşı Türk kadını kendine yakışanı yaptı ve Türkiye’ye A Milli takımlar düzeyindeki en büyük başarıyı getirdi. Kadın voleybol A milli takımımız Milletler Ligi şampiyonluğundan sonra Avrupa şampiyonu ve son olarakta Japonya’da düzenlenen Kadınlar Voleybol Dünya Kupasını da kazanarak sezonu üç kupa ile kapattılar. Bu şampiyonluklar, sportif bir başarıdan öte anlamlar taşımaktadır. Tarihi Avrupa şampiyonluğun Cumhuriyetin 100. yılında gelmesi anlamını daha da katlamıştır.

Biraz önce belirtildiği gibi bu şampiyonluklar sportif başarıdan öte anlamlar taşımaktadır. Önceki yıllarda yapılan yılın sporcusu ödül töreni konuşmasında takım kaptanı Eda Erdem’in ‘’Atatürkçü, adil kadınlara dönüşerek ülkemizi yukarı taşımaya katkımız varsa ne mutlu’’ ve şampiyonluk maçı sonrası soyunma odasında Voleybol Federasyon Başkanının

‘Şampiyon oldunuz ne istersiniz?’ sorusuna verdiği “Atatürk’ün sporcu kızları, ülkesi adına kazandıkları başarıyı pazarlık konusu yapmaz. Ne prim ister, ne de başka özel bir şey. 85 milyona yaşattığımız mutluluk bize yeter.” şeklindeki konuşmaları bu şampiyonluğun taşıdığı anlamı çok güzel açıklamaktadır.

Ülkemizi ileriye, modern milletler seviyesine taşımak, genç kızlara iyi rol model olmak, insanımızı mutlu etmek…

Bu şampiyonluk, toplumuza “aydınlığın karanlığı her zaman yendiğini”, “iyiliğin, kötülüğü galebe çalma gücüne sahip olduğunu”, “boş yapanların değil, çalışanların, emek verenlerin mutluluğu hak ettiğini” ve “insanlığın kazandığını” göstermiştir.

Bu şampiyonlukta rol alan kadınların, her geçen gün Cumhuriyet değerlerinin itibarsızlaştırıldığı, özgür düşünen, özgür yaşayan kadına tahammül edemeyen, onu malı, eşyası gibi görüp evine hapsetmeye çalışan, yobaz, maganda kültürünün giderek yaygınlaştığı, kadına yönelik şiddet olaylarının arttığı ve maalesef hak ettiği cezayı almadığı bir toplumdan çıkmış olması çok anlamlıdır ve geleceğe dair umutlarımızı artırmıştır. Evet bu toplumda böylesi kadınlar olduğu sürece Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.

Her üst düzey sportif başarıda olduğu gibi ebetteki bu şampiyonluk kolay gelmedi, tesadüfi de değildir. Yetenekli, karakterli sporcular, bilgili, etik değerleri olan antrenörler ve yöneticiler yanında tesisleşme ve altyapıdan itibaren oyuncu gelişimine imkan tanıyan bir sistemin varlığını gerektirir. Tüm bunlar da yıllarca çalışmayı gerektirir. Kadın voleybolunda böyle bir istemin kurulduğunu görüyoruz. Kadın voleybol milli takımının bu şampiyonluk hikayesinin de 2003 te başladığını ve 20 yıllık bir kararlı mücadele sonrasında ulaşıldığı söylenebilir. Bu 20 yıllık sürecin sonunda Rusya, Çin, Japonya, İtalya, Brezilya Sırbistan, Amerika Birleşik Devletleri, Polonya gibi üst düzey takımlara karşı adeta sahaya psikolojik olarak 1-0 geride çıkan ve her defasında kaybeden takımımız, Türk kadının azmi sayesinde elde ettiği gelişme ve başarılar ile adeta rakiplerinin sahaya psikolojik olarak 1-0 mağlup çıkar hale gelmesine neden olmuştur. Bunun sonucunda da son Avrupa Şampiyonası ve Milletler ligi turnuvasında Sırbistan, İtalya, Polonya, Almanya, Hollanda, Çin, ABD, Kanada, Japonya kısaca dünyadaki tüm üst düzey takımları ya yenmiştir ya da yenebilecek noktaya ulaşmıştır. Bu Atatürk kadınlarının, Cumhuriyet kadınlarının başarısıdır. Gelecek yıl yapılacak Paris Olimpiyatlarında da başarılı olacaklarına inancımız tamdır. Çünkü muhtaç oldukları kudret onların asil kanlarında mevcuttur.

Sevinecek pek az şeyi kalmış bir milletin, insanlarını üst üste üçüncü kez sevindirdikleri, mutlu ettikleri için, genç insanlarımıza umut oldukları için, gelişmiş ülkelerden hemen hemen her konuda gerilerde olan Türkiye’nin mucizesi, dünya markası oldukları için, pek de layıkıyla kutlayamadığımız Cumhuriyet’in 100. yılında ilk büyük kutlamayı yaptırdıkları için başta Kadın Voleybol Milli Takımımızın tüm oyuncuları olmak üzere, teknik adamlarına, sağlık ekibine, malzemecisine, tüm ekibe, onları teker teker bulup yetiştiren tüm yöneticilere, antrenörlere, Voleybol Federasyonu’na, Türkiye’de kadın voleybolunu bir ekol haline getiren Eczacıbaşı, Vakıfbank ve Fenerbahçe spor kulüplerine, herkese ayrı ayrı teşekkürü borç biliriz.

Satış ve İkna Kabiliyeti

Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü mezunuyum.Uzun yıllar sağlık sektöründe halkla ilişkiler, idari işler, reklam satış, pazarlama ve kurum ilişkileri konularında yönetici olarak görev yaptım.Halen Ortadoğu Hastaneleri bünyesinde Lazeryum Estetik ve Güzellik Merkezlerinde Reklam Satış ve Pazarlama Koordinatörü olarak görev yapmaktayım.

Günümüzde pazarlamanın en önemli görevlerinden birisi ikna edebilmektir.Pazarlamada , müşterileri satışa hazırlama ve çekincelerini giderme çok önemlidir.Pazarlama müşteriye sizin söylemlerinizin doğru olduğunu kanıtlama yoludur. Marka ile müşteri arasında ki köprüyü sağlamlaştırır.

İkna Kabiliyeti

Bireyin bir düşünce , söylem, görüş ya da eylem tarzına inanmasını ve onu kabul etmesini sağlama kabiliyetidir.İkna kabiliyeti doğuştan gelen bir yetenek değildir.Bu yetenek öğrenilebilen ve geliştirilebilen bir yetenek olarak tanımlanır. İkna kabiliyetine sahip kişilerin hem sosyal hem kişisel hayatlarında da başarılı oldukları görülmektedir.İkna kabiliyeti kişiye psikolojik bir tatminle beraber hem mutluluk hem de gurur duygusu sağlar.İkna edilen kişi karşı tarafın iyi niyetinden ve samimiyetinden asla şüphe duymamalıdır ki tam başarı ve süreklilik sağlansın. Satışta en önemli silahınız karşı tarafa geçireceğiniz güven duygusudur. Satış başarısı için de öncelikle karşınızda ki müşterinizi iyi analiz etmelisiniz.O an ihtiyacı olanı anlamak çekincelerini tespit etmek ve ayrıca müşterinizle aynı dili konuşmakta satış şansınızı artıracaktır.İkna kabiliyetine güvene kişiler satışlarında baskıcı bir tavıra da gerek duymazlar.Müşteriniz karşısında sakin kararlı kendine güvenen uslup ve tarzınız karşınızda ki kişinin ikna olma ihtimallerini yükseltir.

İkna Teknikleri

*Mantıklı açıklamalar, anlaşılır yalın bir dil, kabul edilebilir gerçeklere dayalı söylemler

*İhtiyacı anlama ve doğru şekilde yönlendirme

*Tutarlı, dürüst ve uyumlu olma

*Kibar, içten, net , samimi olma ve abartısız bir gülümseme

*Kanıt ya da örneklemeler gösterme

*Beden dilini iyi ve doğru kullanma

*Deneyim ve tecrübe

*Marka bilinirliliği

*Satmaya çalıştığınız ürün ya da hizmetin kişisel yarar sağladığına inandırma

*Müşterinizin kafasının karıştıracak söylemlerden kaçınma örn; yüzde elli elli,büyük ihtimalle öyledir,muhtemelen,öyle olmasını umarım gibi

*Satıcının görselliği

Yapay Zeka Teknolojileri Eğitimi

Prof. Dr. Özlem Yıldırım
Ankara Üniversitesi (AÜ) Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü
AÜ Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü – Moleküler Biyoloji Anabilim Dalı Öğretim üyesi

Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü’ne bağlı olarak kurulan Yapay Zeka Teknolojileri Anabilim Dalı 2020-2021 bahar döneminde ilk öğrencileriyle buluşmuştur. Yapay zeka kavramı, hızla sosyal ve çalışma hayatına girmekte ve öğrenme tabanlı mekanizmalar verinin ve bilginin daha değerli kılınması için kullanılmaktadır.

Yapay zekâ çalışmaları ise, insanlara ait olan düşünme, yorumlama ve çıkarım yapma yetilerini bilgisayarlara kazandırmayı hedefleyen Fen Bilimleri, Sosyal Bilimler ve Mühendislik temel alanlarında disiplinler arası gerçekleştirilen çalışmaların bütünüdür. Bu çalışmalar gelecekte ülke ekonomisi ve güvenliği ile ilgili unsurları
derinden etkileyecek ve insanların yaşamlarında köklü sosyolojik değişimlere yol açacaktır. Program her alanda, beklenen bu değişimleri destekleyecek yapay zeka ve öğrenme kavramlarını bilen, bu kavramları kullanarak çözümler üreten ve çözümleri uygulayarak fark yaratan uzmanlar yetiştirmek üzere kurgulanmıştır. Programın
temel amacı verinin önemli olduğu her sektörde veriyi anlayacak, işleyecek ve kıymetlendirerek veriden katma değer yaratacak uzman liderler yetiştirmektir.

Bu kapsamda yetiştirilecek uzmanların bilişim teknolojileri, yapay zeka milli ve yerli teknolojilerin geliştirilmesi, milli savunma sanayi ihtiyaçlarının karşılanması, yapay zekanın toplum üzerindeki etkilerinin anlaşılması, kamu yönetimi ve hukuk üzerine politikaların geliştirilmesinde ve ülke genelinde dijital dönüşümün gerçekleştirilmesinde önemli bir katkı sağlayacağı aşikardır. Ekonomik katma değer yaratılması ve dışa olan bağımlılığımızın azaltılması, yapay zekâ alanında ihtiyaç duyulacak araştırmacı ve iş gücünün yetiştirilmesi sağlık, ziraat, hayvancılık, eğitim ve ülkemiz için önemli olan savunma alanında sanayi işbirliği ile yenilikçi uygulamaların geliştirilmesi süreçlerinde yapay zekâ üzerine araştırma yürütülmesi, yapay zekânın beşeri hayat üzerindeki etki analizi yapılması, toplum tarafından en üst düzeyde kabul görmesi için etik, felsefi, sosyolojik ve hukuki araştırmalar gerçekleştirmesi ve hukuki altyapının oluşturulması hususlarında katkı sağlanması da programın başlıca amaçları arasındadır.

Y Kuşağı Çocukları

Prof. Dr. Erol Göka – Psikiyatri Uzmanı

Çinliler der ki: “Tuhaf bir çağda yaşayasınız” 1940’tan sonra doğan nesiller, en bedbaht nesillerdir. Bu çağı anlamazsak kaybolup gideceğiz. İnsanın sanallık alanındaki ilk keşfi aynadır. Sonra modernlikle birlikte fotoğraf makinesidir. Şu an sadece kendi görüntümüz değil tüm hayat adeta sanal dünyada klonlanıyor. Yetmiyormuş gibi istediğimiz sanal paketi, anında dünya’ya yayınlayabiliyoruz. Değişime ayak uydurmazsak, bu dünyayı anlayamazsak kayboluruz. Maalesef ilahiyatçılarımız yeterince çabalamıyor. Teknoloji, hayatı klonladı. Gerçek (reality), hakikat (turth) değildir. Kitleler, eskiden ideolojilerle uyutuluyordu. Şimdi zihinleriyle oynanıyor, gerçekler bu deniyor. Teknoloji ve Medyayı gerçek sanıyoruz. Yeni denizin balıklarıyız. Hızlı bir değişimle yüz yüzeyiz. Gençler, yeni dünyanın ev sahipleri, biz (1940- 1980 arasında doğanlar) muhaciriz, Suriyeliyiz. Ahlak kayboluyor.

Bu çağ insanın aşıldığı çağ. Post-human deniyor, insan bitti, insan-sonrasına geldik deniyor. Yapay zeka, robotlar insandan daha üstün görülüyor. Tıp’ta, biyo-teknoloji’de inanılmaz yenilikler var, yeni organlar yapılabiliyor. Trans-human tartışmalarında, biz biyoteknoloji sayesinde ve yapay zeka sayesinde yenilmeyen bir asker yapabiliriz deniyor. Post-human ve Trans-human kavramlarını bir yere not edin, yakında çok fazla duyacaksınız.. 20 senedir ölen Müslüman sayısına bakın. Batı bizi böcekten farklı görmüyor. Akılları yapay zekada, robotta. Bu dünya kötüye gidiyor. Gerçek, sanal, hakikat iç içe girdi. Savaş, savaş olmaktan çıktı. Cesarete ve insanın bilek gücüne dayalı savaş bitti. Zihnimizde görüntüler savaşıyor. Körfez savaşı olmadı diyen Jean Baudrillard bunları kast etti aslında.

Dünya savaşı, nükleer savaş olacaktır. Pakistan dahil, çok ülkenin elinde nükleer silah var. Sanal dünyadan da felaketler geliyor üzerimize. Sanal dünyada sen birilerini izliyorsun, birileri de seni izliyor. Mahremiyet hissimiz de değişiyor.

Kuşak çatışması kavramına eskiden inanmazdım. Gençlerin, her zaman yetişkinlerle sorunları olmuştur. Kılık, kıyafet, saç, dünyayı değiştirme istekleri hep çatışma getirmiştir tarih boyunca. Ama şu an gençlerle tarih boyunca görülenden çok farklıyız.

Şu an gençlere App kuşağı deniyor. App dedikleri, akıllı telefon ve cihazlardaki uygulamaların (application) kısaltılmışı. Her işini akıllı telefonda çözüyor artık gençler. Saatlerce akıllı telefonla uğraşırsan, gerçek insan ilişkilerinden uzak oluyorsun. Tuhaf bir nesil ortaya çıkıyor, hazır lopçu, çekingen. Bütün her şeyi biliyor havasında ama bilmeyen, tecrübe etmeyen bir nesil. Buradan İngiltere’de bir kursa yazılıyor, sertifikasını alıyor, gerçekten ne işe yarar bilmiyor, her şeyin havasını atan bir nesil.

Çocuklar artık evinden dışarı çıkmıyor. Ebeveynler, helikopter ebeveyn. Çocuklarını sürekli takip ediyorlar. App kuşağı gerçek arkadaşlık nedir bilmiyor, ilişkilerine yön veremiyor, çünkü insan ilişkisinde tecrübesiz, hep acemi..

Teknoloji erkek çocuklarını mahvetti. Bitik erkekler ortaya çıkıyor. Erkeklerin yaptığı, hava attığı her şeyi kadınlar, teknoloji sayesinde ellerinden aldı.

Amerika’da ve Kanada’da kadınlar daha çok okuyor ve çalışıyorlar. Erkekler evde oturuyor, karım bana baksın diyor. Amerika ileride savaşacak erkek dahi bulamayacak.

Pornografi erkekleri bitiriyor. Japonya’da da genç erkekler, kadınlardan hazzetmiyor, keyif almıyor. Bu nedenle onlara “otobur” kuşak deniyor. Genç erkek evinde oturuyor, alkol ve maddeden, video oyunları ve pornodan keyif alıyor.

Alkol ve uyuşturucu kullanımı, tüm dünyada özellikle Batı’da artıyor. Avrupa’da eroin kullanımı bizden 10 kat daha fazla. Uyuşturucu bilincimizi, şuurumuzu ortadan kaldırıyor, insanı insanlıktan çıkarıyor. Batı’da homoseksüel evlilik oranı da giderek artıyor, zaten evliliği artık sadece homoseksüeller savunuyor. İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı kuruldu.

Alkol bağımlılığı erkeklerde 5 misli daha fazla, pornografi 10 misli daha az. Erkek çocukları daha hareketli olmalıdır, erkeklik gidiyor.

Sık boşanan, sık evlenen bir dünya tablosu karşımıza çıkıyor. İngiltere’de yetişkin bir insanın evlilik sayısı 2,6 oranında deniyor.

Türkiye’deki şehirleşme ve site mimarisi, geniş aile, akraba ilişkilerine olumsuz katkı sağlamıştır.

Türk aile sistemini güçlü tutmalıyız. Aileden işe başlamalıyız. Yeni şehircilik anlayışına, yeni mimariye, anne babasına, engelli yakınına evinde bakma projelerine ihtiyaç var. İnsan meraklı bir varlıktır. İnsanlara sürekli yasaklar getirerek bir yere varılmaz. Doğruyu anlatmak, açıklamak, aydınlatmak lazım.