Nöral Terapi Nedir?

Prof. Dr. Demet Coşkun

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı

Hipokrat tedavinin amacı konusunda “Doktorun tek bir görevi vardır o da hastasını iyileştirmektir; bunu başarır ise hangi yöntemi kullandığı önemli değildir’’ demiştir.

Ağrının nedenleri ve sınıflaması nasıl çok ise ağrının ortadan kaldırılması ve kontrol yöntemlerinin de çok olması doğaldır. Hiçbir tedavi yöntemi tek başına tüm ağrıları sebebi ne olursa olsun kontrol altına alamaz. Buna göre, ağrı ile ilgilenen klinikler, nasıl ağrının nedenlerini açıklamak için diğer tip dalları ile yardımlaşarak çalışıyorlarsa, ağrının tedavisi için de medikal, fiziksel, psikolojik ve doğal ağrı tedavi yöntemlerinden çağdaş bilimsel verilerin ışığı altında yararlanmalıdırlar. Aslında nöral terapi medikalden çok bir doğal tedavi yöntemi olarak düşünülmektedir.

Alternatif tıbbın bir kısmını teşkil eden nöral terapinin hastayı iyileştirmek için kullanılan bir yöntem olduğu kabul edilmektedir. Zaten nöral terapi uygulayanların alternatif tıbbın amacı hakkında söyledikleri; tıbbı ortadan kaldırmak niyetinde olmadıkları, fakat normal tıbbın yapabileceğinden sonrasını tamamlayarak onun daha aktif olmasını istedikleri şeklindedir.

1920’li yıllarda bundan yaklaşık olarak yüz yıl kadar önce alternatif tıbbın bir dalı olan nöral terapinin mucidi Ferdinand Huneke ve daha sonra kardeşi Walter Huneke’nin tanımladığı gibi nöral terapi; çeşitli fonksiyonel hastalıkların ve şikayetlerin, özellikle ağrının lokal anestezikler kullanılarak periferik ve vegetatif sinir sistemi yolu ile tedavisidir. Vücut üzerinde belirli noktalara ve alanlara lokal anestezi enjeksiyonları ile bir uyarı gönderilir. Bu uyarıya verilen yanıt bize hem teşhis koyma hem de tedavi etme konusunda yön verir. Doğru yere yapılan enjeksiyonlarda genellikle iyileşme o kadar hızlı ve beklenmedik bir şekilde gerçekleşir ki buna “saniye fenomeni” ya da “Huneke fenomeni” denir.

Etki Mekanizması Nasıldır?

Ağrıyı ortaya çıkaran dokuya zararlı fiziksel, kimyasal veya termal nedenler hücrede ve organizmada belirli maddelerin salınımına yol açar. Bunlar; plazmadaki hücrelerden ve sinir uçlarından çeşitli aljezik maddeler salgılatmaktadır. Bu aljezik maddeler sinir liflerini uyardığında kas kontraksiyonu ve vasküler spazm oluşturur. Beslenmenin azalması ile uyarılan sinirlerin ve reseptörlerin uyarılma eşiği düşer ve ağrı oluşur. Enjekte edilen maddenin niteliği ne olursa olsun birkaç yere yapılan enjeksiyonla kısır döngü kırılarak bir uyarı meydana gelmekte, bu uyarı da endorfin salgılattırarak ağrıyı önlemektedir. Nöral terapi aslında selüler düzeyde etki gösteren bir tedavi yöntemidir. Fonksiyonu bozulmuş yani sürekli depolarize durumda bulunan bir hücreyi normal durumuna getirebilmek için uygulanmaktadır. Bu tedavide uygun yere yapılan tekrarlanan enjeksiyonlar ile bozulmuş hücrenin hiperpolarize edilerek normal hücre durumuna getirilmesi amaçlanır. Nöral terapi yolu ile bir hücreyi normal duruma getirmek o hücrenin esas fonksiyonunu normale getirmek anlamına gelmektedir. Böylece hangi sistemde olursa olsun hücre fonksiyonunda düzelme oluşursa o sistemle ilgili ağrı ve ağrı dışındaki diğer şikayetlerde de düzelme ortaya çıkacaktır.

Nasıl Uygulanır?

Ağrı veya diğer şikayetlerle ilk defa karşımıza gelen hastayla yapılan görüşmede doğumdan itibaren tüm sistemleri ile ilgili bilgilerin rutin sorgulamasının ayrıntılı olarak yapılması hastalığın teşhisi, tedavinin yöntemi ve tedavinin başarısı yönünden çok önemlidir. Ayrıca tedavi sırasında her seansta hastanın şikayetindeki değişiklikleri de sorgulamak tedavide seçilen uygulanım yolunun doğruluğunun onaylanması ve başarının elde edilmesi yönünden önemlidir. İlk sorgulamada elde edilen verilere göre teşhis yönünden destekleyici tetkiklerin gerekip gerekmeyeceğine karar verilir.

Nöral terapinin etki alanına giriyorsa medikal tedavi ile kombine edilerek veya medikal tedavisiz yöntemlerden biri ya da birkaçının uygulanmasına karar verilir. Hastanın şikayetinin ne olduğuna, başlangıç zamanına, muayene bulgularına göre seans sayısı ve sıklığı değişebilir. Şikayetleri yeni başlayan hastalarda daha kısa sürede cevap alınsa da özellikle kronik problemlerde tedavinin en az 6 seans uygulanması önerilir. Hastaya göre değişmekle beraber başlangıçta haftada 2 olacak şekilde tedaviye başlanır, sonra gerekirse haftada bire düşürülebilir. Toplam seans da yine hastanın klinik gidişi ile ilişkili olarak değişebilir. Lokal anestezik olarak önceleri prokain kullanılsa da artık nöral terapi uygulamalarında daha çok lidokain tercih edilmektedir.

Huneke’ye göre “Hayatın herhangi bir döneminde herhangi bir dokuda veya organda bir hastalık bozucu alan olabilir ve herhangi bir bozucu alan yakın veya uzak bir yerde bir hastalığa veya şikayete neden olabilir”. İnsan vücudunda her hastalığın bir bozucu alan sonucu meydana geldiğini düşünürsek, bunu araştırmak doktor ve hasta tarafından sabır ve fedakarlık ister. Onun için hastaya önce semptomatik yaklaşılır, eğer semptomatik tedavi ile sonuç alınamıyorsa o zaman bozucu alan odağı araştırılır.

Nöral terapi; akut ve kronik ağrıda, fonksiyonel ve vegetatif bozukluklarda uygulanan bir regülasyon tedavisidir. Vücudun kendi kendine yapması gereken ancak bir türlü yapamadığı iyileştirmenin ortaya çıkmasına yardım eder. Nöral terapinin ulaşmak istediği sonuç da aslında hücre ve çevresindeki sistemin düzenli olarak çalışmasını sağlamaktır.

* Bu yazıda Prof. Dr. Ahmet Mahli’nin ders notlarından yararlanılmıştır: Prof. Dr. Ahmet Mahli 1975-1983 yılları arasında Almanya’da “Hannover Üniversitesi” ve “Hildesheim Şehir Hastanesinin Anestezi ve Tıbbi Yoğun Bakım Kliniği”nde çalışmış, akupunktur ve nöralterapi kurslarına katılarak “Almanya Nöral Terapi Akademisi”nden diploma almıştır. 1984 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilimdalı’da öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamış, 2013 yılında emekli olmuş ve 2022 yılında vefat etmiştir. Üniversiteden emekli olana dek tüm bilgi birikimiyle yetiştirdiği asistanlar, bugün aynı klinikte öğretim üyesi olarak kendilerine öğretilenleri gelecek kuşaklara aktarmaya çalışmaktadırlar. Türkiye’de akupunktur ve nöralterapi uygulamalarını başlatan kişilerin başında gelen Hocamıza, bize her zaman yol gösterici olduğu için minnettarız. Sevgi ve saygıyla

Fonksi̇yonel Estetik Burun Cerrahi̇si

Doç. Dr. Melih Şahin

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, KBB Anabilim Dalı

Fonksiyonel estetik burun cerrahisi hem estetik görünümü hem de burun fonksiyonlarını düzeltmeyi amaçlayan bir cerrahi işlemdir. Bu cerrahi, burnun görünümünü iyileştirmenin yanı sıra, solunum problemlerini çözmeyi hedefler.

Bu cerrahi, burun estetik görüntüsünü düzeltmek için yapılan geleneksel rinoplasti prosedürleriyle birleşir, ancak temelde burun fonksiyonlarına odaklanır. Septoplasti gibi prosedürlerle burun içindeki anatomik problemler düzeltilir, burun delikleri ve kıkırdak yapılar yeniden şekillendirilebilir.

Fonksiyonel estetik burun cerrahisi, hastaların hem estetik beklentilerini karşılamayı hem de solunum problemlerini çözmeyi amaçlar, böylece hastaların hem sağlıklı hem de estetik olarak memnun olmalarını sağlar.

Bu cerrahi, genellikle burun septumu, konka ve diğer içsel yapıları düzeltmeyi içerir. Septoplasti, burun septumunun düzeltilmesini amaçlayan bir prosedürdür ve burun içindeki hava akışını artırarak solunumu kolaylaştırabilir. Konka radyofrekans ablasyonu gibi tekniklerle burun içindeki burun eti büyüklüğü azaltılabilir. Ayrıca, rinoplasti prosedürleri sırasında kıkırdak veya kemik yapılar düzeltilerek hem estetik hem de fonksiyonel iyileştirmeler sağlanabilir.

Fonksiyonel estetik burun cerrahisi, kişinin genel sağlığını ve yaşam kalitesini iyileştirmeyi hedefler. Bu cerrahi, burun estetiğini düzeltirken aynı zamanda burun fonksiyonlarını optimize etmeyi amaçlayarak hastalara daha kapsamlı bir çözüm sunar. Hastalar, hem estetik beklentilerini karşılayarak hem de solunum sorunlarını gidererek memnun kalabilirler. Ayrıca, fonksiyonel estetik burun cerrahisi, hastanın bireysel ihtiyaçlarına ve anatomik özelliklerine özel olarak planlanır. Bu cerrahi, kişiselleştirilmiş bir yaklaşım benimser, bu da hastanın yüz yapısına ve burun fonksiyonlarına en uygun çözümü sunmayı amaçlar.

Operasyon sonrası iyileşme süreci genellikle birkaç hafta sürer ve hastalar, solunum düzeltilmiş bir şekilde estetik olarak memnun kaldıklarını fark edebilirler. Hastaların ameliyat sonrası egzersiz kapasitesi, burunlarından nefes almaları fark edilir şekilde iyileşir.

Fonksiyonel estetik burun cerrahisinin avantajları arasında, solunum sorunlarına bağlı baş ağrılarının azalması, uyku düzeninin iyileşmesi (varsa horlama ve uyku apnesi gibi durumlar olumlu yönde azalır veya tamamen ortadan kalkabilir) ve genel yaşam kalitesinin artması bulunabilir. Bu cerrahi, burun içindeki anatomik düzensizlikleri düzeltirken aynı zamanda estetik açıdan da tatmin edici bir görünüm elde edilmesini sağlar.

Fonksiyonel estetik burun cerrahisi, cerrahi tekniklerin yanı sıra modern görüntüleme ve değerlendirme yöntemlerini de içerir. Bu sayede cerrahlar, hastanın burun yapısını daha iyi anlar ve ameliyat planını daha etkili bir şekilde uygular.

Hastalar, bu cerrahinin sonuçlarına genellikle birkaç hafta içinde tanıklık ederler. Burun fonksiyonlarındaki düzelme, operasyon sonrası ilk aşamalarda fark edilebilirken, burun şişliği ve diğer geçici etkiler birkaç hafta içinde azalır. Bu süreçte şişlik, morluk ve diğer geçici etkiler azalırken, burun fonksiyonlarındaki düzelme kademeli olarak hissedilir. İlk birkaç hafta içinde tam iyileşme beklenmese de hastalar genellikle operasyonun hemen ardından olumlu değişiklikler fark ederler.

Cerrahi sonrası takip, cerrahın hastanın iyileşme sürecini izlemesini ve gerekirse ayarlamalar yapmasını sağlar. Hastaların cerrahi sonrası dönemde doktorun önerilerine uymaları, tam iyileşmeyi hızlandırabilir ve istenen sonuçların elde edilmesine katkıda bulunabilir.

Operasyon sonrası hastalar genellikle daha iyi solunum, daha iyi uyku kalitesi ve genel olarak artmış bir özgüven hissi yaşarlar. Ancak, bu cerrahi herkes için uygun olmayabilir ve cerrahi öncesinde dikkatli bir değerlendirme önemlidir.

Fonksiyonel estetik burun cerrahisi adayları hem estetik beklentileri hem de burun fonksiyonlarındaki sorunları nedeniyle cerrahi düşünmelidir. Cerrah, hastanın bireysel durumu ve hedefleri doğrultusunda bir plan oluşturarak en iyi sonuçları elde etmeyi amaçlar.

Dişeti Hastalığı ve Diyabet

Prof. Dr. Ayşen Bodur Gazi Üniversitesi,

Diş Hekimliği Fakültesi Klinik Bilimler,
Periodontoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Periodontitis, dişleri destekleyen kemik yapıların ve çevre dişeti dokularının enfeksiyonu ile karakterize, lokal kr onik iltihabi bir dişeti hastalığıdır. Dünya çapında yapılan bir araştırmada, bulaşıcı olmayan 291 hastalık arasında periodontitisin en yaygın altıncı hastalık olarak yer aldığı bildirilmiştir. (1)

Son yıllarda periodontitis ile ilgili patojenlerin diyabet, obezite, kardiyovasküler hastalık, inme, prematüre ya da düşük doğum ağırlıklı bebek, üst solunum yolu enfeksiyonları, r omatoid artrit, Alzheimer ve böbrek hastalıkları gibi sistemik hastalık/durumlar arasındaki ilişkiyi ortaya koyan pek çok araştırma yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir. (2)

2015 yılında dünya genelinde 415 milyon kişinin diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2040 yılına kadar 642 milyona çıkması beklenmektedir. Diyabet tek başına basit dişeti hastalığı (gingivitis) veya ileri dişeti hastalığına (periodontitis) neden olmamakla birlikte, dişeti dokularının bakterilere ve lokal faktörlere karşı olan cevabını değiştirerek, dişleri destekleyen kemik yıkımını hızlandırdığı ve dişeti hastalığının cerrahi tedavisi sonrası yara iyileşmesini geciktirdiği hakkında bilimsel kanıtlar mevcuttur. Diyabetin dişeti sağlığını tehdit eden etkileri üzerine yapılan pek çok araştırmanın yanı sıra, bir de aynanın öbür yüzünde yer alan dişeti hastalığının diyabet üzerine etkileri konusu da güncel hale gelmiştir. Kontrolsüz serum glukoz seviyesine sahip diyabet hastalarının periodontitise yakalanma olasılığı, iyi kontrol edilen diyabet hastaları ve sağlıklı bireylere kıyasla daha yüksektir. Diğer yandan periodontitis varlığı da diyabetin kontr ol altına alınmasını olumsuz yönde etkilemektedir.

Bu bilgiler ışığında şu soruları sormak mümkündür. Periodontal hastalığın varlığı veya ciddiyeti diyabetik hastanın metabolik durumunu etkiler mi? Periodontal tedavi ile dişeti iltihabını minimuma indirmek glisemik kontrol üzerinde etkili midir? Tip II diyabetikler üzerinde yapılan uzun dönemli bir çalışmaya göre; şiddetli periodontitis glisemik kontrolün bozulması ile önemli oranda ilişkilidir. (3)

Başlangıçta şiddetli periodontitisi mevcut olan diyabet hastalarında glisemik kontrol, 2-4 yıl içinde, periodontitisi olmayanlara göre daha sık bozulmuştur. Böbreğe ve büyük damarlara ait komplikasyonlara ise periodontitisi olan diyabetik bireylerde daha sık rastlanmıştır. Şiddetli periodontitisi olan diyabet hastalarının %82’sinde bir veya daha fazla kardiyovasküler komplikasyon görülmüşken, şiddetli periodontitisi olmayanlarda bu oran %21 olarak bulunmuştur. Periodontitis tedavisi yapılan diyabet hastalarının glisemik kontrolünün olumlu yönde etkilendiği bildirilmiştir. Bu durum, özellikle tedaviden önce glisemik kontrolü nispeten zayıf olan ve şiddetli periodontal yıkımı olan hastalar için geçerlidir. Periodontitisli hastalarda periodontal patojenlerin ve onların ürünlerinin sistemik etkileri, bütün vücudu etkileyebilen sistemik enfeksiyonlara benzer etki yapabilir. Bakteriyel uyarıyı azaltmak ve iltihabı iyileştirmeyi amaçlayan periodontal tedavi sonucunda zaman içinde insülin duyarlılığı artabilir böylece glisemik kontrol sağlanabilir. Diyabetli veya diyabet riski taşıyan kişiler, ağız sağlıklarının değerlendirilmesi ve oral enfeksiyon ve iltihap varlığında bir tedavi planı oluşturulması ve ardından bir idame programına alınması için mutlaka bir diş hekimi tarafından görülmelidir.

Kaynaklar

  • Murray CJL., Vos T, Lozano R, Naghavi M, Flaxman AD, Michaud C, et al. Disability-adjusted life years (DALYs) for 291 diseases and injuries in 21 regions, 1990–2010: a systematic analysis for the Global Burden of Disease Study 2010. The Lancet. 2012;380(9859):2197-2223.
  • 2- Bui FQ, Almeida-da-Silva CLC, Huynh B, Trinh A, Liu J, Woodward J, et al. Association between periodontal pathogens and systemic disease. Biomedical Journal. 2019;42(1):27-35.
  • 3- Taylor GW, Burt BA, Becker MP, et al; Severe periodontitis and risk for poor glycemic contr ol in patients with non – insulin dependent diabetes mellitus, JPeriodontol 67;1085,1996.

 

Myom Nedir

Prof. Dr. Nuray Bozkurt

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi

Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Myoma uteri (rahim myomları) kadınların genital sisteminde en sık rastlanan iyi huylu tümörlerdir. Üreme çağında %70-80 oranında görülebilir. 35 yaşın altında %20-40 oranında asemptomatiktir. Myom sıklığı yaşa, genetik nedenlere ve vücut kitle indeksine göre değişebilir.

Myomların semptomları neler olabilir?

Myomu olan hastaların büyük çoğunluğunun şikayeti olmaz. Semptomu olan kadınlarda ise şikayetler myomun büyüklüğü, bölgesi ve eş zamanlı myom dejenerasyonuna bağlı olarak değişebilir. Semptomu olan kadınlarda kansızlığa yol açan anormal vajinal kanama, kasık bölgesinde ağrı ve bası hissi, idrara sık çıkma, idrar kaçırma ve daha nadiren üreme fonksiyonları üzerine olumsuz etkileri olabilir.

Kanama genellikle rahim zarındaki olumsuz etkilere bağlı görülmektedir. Ağrı genellikle saplı myomun dönmesine, rahim zarındaki myomun rahim ağzını genişletmesine, gebelikte kırmızı dejenerasyona veya çok nadiren sarkomatoz (kanser dönüşümü) değişime bağlı olabilir. Bası etkisi idrar kesesi ve barsaklar üzerine etkisiyle oluşmaktadır. Myomun sarkomatoz dönüşümü yani kanser olasılığı oldukça nadirdir( %0.13- 0.23). Rahim zarı kalınlaşması veya rahim zarı kanseri olgularında myom eşlik etmesi, estrojen fazlalığına bağlı olduğundan sık görülmektedir. Myomun kısırlığa neden olma olasılığı oldukça azdır. Tekrarlayan gebelik kayıpları, erken doğum, bebeğin eşinin erken ayrılması, bebeğin geliş şeklinin baş gelişi dışında olması ve gelişme geriliği olabilir. Etkilenen hastaların yaklaşık yarısı sezeryan doğum geçirmektedir. Bu nedenle, myoma uteri fiziksel, duygusal, sosyal ve maddi açıdan hayatı etkileyecek durumlara sebep olabilir.

Gebelik Myomu Etkiler mi?

Myomların altında yatan nedeni net olarak bilemesek de yumurtalık hormonlarının rolü olduğu kabul edilmiştir. Steroid hormonların fazla olduğu dönemler olan gebelik ve perimenopoz durumlarında ve kilo fazlalığı olan kadınlarda myom sıklığı daha fazladır. Doğum kontrol ilaçlarının etkisi tartışmalıdır, hormon tipi ve formülasyonuna bağlı olarak değişkenlik gösterebilir. Aile öyküsü genetik ve epigenetik mekanizmaları yansıtabilir, bu konuda hormonal metabolizma ve diyet gibi çevresel faktörler etkin olabilir. Dolaşımda bulunan estrojen miktarına bağlı olarak siyah ırkta myom sıklığı daha fazladır. Myomların boyutu genellikle erken gebelikte artarak 6-7. Haftalarda iki katına çıkabilir. Daha sonra büyüme azalır ve üçüncü trimesterde boyutu azalabilir. Bu sadece serum estrojen artışına bağlı değildir. Diğer hormonlar, sitokinler büyüme faktörleri etken olabilir. Ayrıca gebelik sırasında myomlar kanama, nekroz ve dejenerasyon gibi sekonder değişikliklere uğrayabilirler.

Myom Gebeliği Etkiler mi?

Rahim zarında ve kasında bulunan myomların doğurganlığı azaltabileceği ve gebelik sırasında rahmin genişlemesini kısıtlayabileceğine inanılır. Kısırlık, tüp bebek tedavilerinden sonra düşük gebelik oranına yol açan ve düşüğe yol açabilen yaygın uterin myoma sıklığı gebelikte oldukça azdır (%0.1- 3.9) . Myomların tek başına infertiliteye yol açma oranı %1-3, infertiliteye katkıda bulunma oranı %5-10 ve tekrarlayan düşüğe yol açma oranının %7 olduğu düşünülür.

Myomun çıkarılması anatomiyi düzelterek, rahim kasılmasını azaltarak ve lokal inflamasyonu azaltıp kan akımın artırarak infertil kadınlarda gebelik oranını artırabilir. Ancak bunun nedeni net olarak bilinmemektedir. Ayrıca bu konuda bilinen en etkili durum rahim zarında yer alan myomların histeroskopik olarak çıkarılmasıdır. Myomu olan kadınlar olmayanlara göre daha fazla gebelik ve doğum sırasında komplikasyonlara maruz kalırlar. Düşük oranı özellikle rahim zarında yer alıyorsa daha fazladır. Bebeğin anne karnında yerleşme bozukları ve sezeryan doğum oranı, erken doğum, kasık ağrısı, bebek eşiğinin doğumdan önce ayrılması zor doğum ve doğum sonrası kanama riski daha fazladır. Gebe bir kadında myomun çıkarılması oldukça nadirdir. Erken gebelikte ağrı yapan saplı myomsa çıkarılabilir. Kontrol edilemeyen kanama, uterus atonisi, rahim alınması, gebelik kaybı gibi yan etkileri olacağı düşüncesiyle genellikle kaçınılır. Ancak saplı myomun dönmesi ya da rüptüre olması veya nekroza bağlı karın zarında inflasmayona neden olarak ağrı yapması gibi nedenlerle opere edilebilir. Laparoskopi uygulanacaksa açık teknik en iyisidir. Myom çıkarılması sırasında çok dikkatli olunmalıdır.

Sezeryan sırasında myom çıkarılması tartışmalıdır. Rutin myomektomi uygulamadan kaçınılmalıdır. Bazen doğumu gerçekleştirmek için de uygulanabilir. Saplı myomlar kanama riskinin genellikle arttırmadığı için çıkarılabilir. Cerrrahın tecrübesi ve merkezin ileri seviye olması halinde duruma göre karar verilerek yapılabilir. Avantajı ise hastanın tekrar cerrahi geçirmek zorunda olmamasıdır.

Röportajın devamını okumak için sayımızı inceleyebilirsiniz.

Prematüre Bebeğin Sorunları ve İzlemi

Prof. Dr. Ebru Ergenekon

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Yenidoğan Bilim Dalı

Gebelik yaşı 37 haftadan önce doğan bebekler prematüre olarak tanımlanır ve tüm doğumların %10 kadarını oluşturur. Ancak her prematüre aynı değildir, özellikle 32 hafta ya da altında doğan bebeklerin sorunları çok daha ciddidir ve bu durum her 100 bebekten 1’inde karşımıza çıkar. Prematüre doğum aile açısından büyük stres kaynağıdır ve çoğu zaman çaresizlik hissi oluşturur. Ancak anne ve babanın kendilerine sağlık personeli tarafından iletilen bilgilerin şokunu kısa sürede atlatıp bebekleri için sakin kalmaları önemlidir.

Prematüre Doğum Yapabilirmişim, Ne Yapmalıyım?

Erken doğum riski olan annelerin prematüre bebeklere uygun bakım verebilecek neonatoloji (yenidoğan) uzmanlarının ve solunum desteği, damardan beslenme, çocuk kardiyoloji, radyoloji vs. gibi imkanların olduğu bir merkezde doğum yapmaları çok önemlidir. Bebek doğduktan sonra başka bir hastaneye nakil bebek açısından oldukça riskli olabilir. Bu nedenle erken doğum ihtimali varsa annenin otelcilik hizmeti değil yenidoğan bakımının iyi olduğu bir merkezi doğum için seçmesi uygun olacaktır.

Bebeğim 2 Ay Erken Doğdu Şimdi Ne Olacak?

İleri derecede prematüre bebekler ( gebelik yaşı £ 32 hafta) belli bir olgunluğa ulaşana kadar yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde izlenirler. Bu bebeklerde erken, geç ya da taburculuk sonrası dönemde ortaya çıkabilecek önemli sorunlar aşağıda özetlenebilir;

Erken

– Solunum problemleri: Sürfaktan adlı bir ilacın solunum yolundan verilmesi ve bebeğin solunum cihazına bağlanması gerekebilir

– Kalp sorunları: Anne karnında açık olan duktus arteriozus damarının doğumdan sonra kapanmaması bebeği zorlayabilir ve tedavi gerekebilir

-Beslenme Sorunları: Bebekler 34 haftadan önce emme, yutma ve nefes almayı koordine edemezler ve bu nedenle beslenme önce beslenme sondası ile başlanır. Ayrıca bağırsak sistemleri de iyi gelişmemiş olduğundan besinleri sindiremeyebilir ve sorun yaşayabilirler, bu nedenle bir süre damardan serumla beslenmeleri gerekebilir. Bu dönemde yeterli ANNE SÜTÜ sağlanması bebek açısından HAYATİ önem taşır.

-Enfeksiyonlar: Erken doğan bebeklerin bağışıklık sistemleri iyi gelişmemiş olduğundan enfeksiyonlara daha yatkındırlar. Anne sütü ile beslenmenin enfeksiyonlardan koruyucu etkileri vardır.

-Beyin kanaması: Erken doğan bebeklerde beyin damar yapısı çok kırılgandır ve bu nedenle özellikle hayatın ilk haftasında beyin kanaması gelişme ihtimali yüksektir. Bebek ne kadar erken doğduysa risk o kadar fazladır. Prematüre bebeklere hayatın ilk günlerinden başlayarak belirli aralıklarla ultrason yapılarak beyin kanaması olup olmadığına bakılır, kanamanın derecesine göre tedavi yaklaşımı belirlenir.

Geç

-Enfeksiyonlar: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatış ne kadar uzarsa enfeksiyon riski o kadar artacaktır

-Bağırsak sorunları: Besin maddelerini tolere edemeyen bebeklerde karın şişliği ile başlayan ve bağırsakta hasara yol açan sorunlar olabilir. Anne sütü bu durumun önlenmesinde çok önemli rol oynar bu konuda annelerin teşvik edilmesi gereklidir.

-Prematüre retinopatisi: Erken doğum ve doğum sonrası zorunlu olarak uygulanan oksijen tedavisi nedeniyle retina damarlarında anormal gelişme olabilir ve tedavi gerektirebilir. Bebek ne kadar erken doğduysa risk o kadar yüksektir. Prematüre retinopatisi gelişimi açısından risk altında olan bebeği yenidoğan yoğun bakım ünitesi doktoru belirleyerek uygun zamanda göz doktorunun bebeği görmesini sağlar ve ardından göz doktoru periyodik olarak bebeği değerlendirerek gereken müdahale varsa gerçekleştirir.

-Kronik akciğer hastalığı: Uzun süre solunum cihazına bağlı kalmış olan bebeklerde akciğerlerde bazı değişiklikler olur ve bebeklerin oksijen tedavisinden ayrılması güçleşir, bazen bu bebeklerin eve oksijen tüpü ile gönderilmesi gerekebilir. Bebek ne kadar erken doğduysa riski o kadar yüksektir. -İşitme kaybı: Gerek erken doğum gerekse yenidoğan ünitesindeki yatış süreci bebeklerde işitme sinirini etkileyebilir, bu durum işitme testleriyle belirlenir ve gerekirse cihaz önerilir.

 

Röportajın devamını okumak için sayımızı inceleyebilirsiniz.

Uyku Apne Sendromu: Günümüzün Önemli Bir Sağlık Sorunu

Uyku apne sendromu, uyku sırasında solunumun geçici olarak durması veya yavaşlamasıyla karakterize edilen bir sağlık sorunudur. Bu durum, genellikle uyku sırasında boğulma hissi ve ani uyanmalarla birlikte yüksek sesle horlama ile kendini gösterir. Uyku apnesi, kişinin dinlendirici bir uykuya ulaşmasını zorlaştırır ve genellikle gündüz aşırı yorgunluk, dikkat eksikliği ve diğer sağlık sorunlarına yol açabilir.

Uyku Apne Sendromu: Yaygın Bir Sorun Uyku apne sendromu, dünya genelinde yaygın bir sorundur. Özellikle erkeklerde %8, kadınlarda %4 oranında görülür. Bu durum, yaş, kilo, cinsiyet ve anatomik faktörlere bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Özellikle kısa ve kalın boyunlu kişilerde, alt çeneleri küçük ve geride olanlarda, bademcikleri büyük, dili büyük olanlarda daha sık rastlanır. Sinüzit veya reflü hastalığı gibi faktörler de uyku apnesi riskini artırabilir. Belirtiler ve Etkileri Uyku apne sendromu hemen her sistemde belirtilere neden olabilir:

• Yüksek sesle horlama

• Uyurken izleyenler tarafından nefes kesilmelerinin gözlenmesi (Tanıklı apne)

• Gündüz aşırı uyku hali

• Sabah yorgun uyanma

• Gece idrara çıkmak için uyanma

• Uykuda baş ve boyun bölgesinde terleme

• Sabah ağız kuruluğu

• Dikkat eksikliği ve konsantrasyon problemleri

• Sabah baş ağrısı

• İştah artışı, diyete rağmen kilo verememe

• Cinsel istekte ve işlevde bozulma

Tedavi Edilmediğinde Potansiyel Tehlikeler

Uyku apne sendromu tedavi edilmediğinde kalp krizi, inme, depresyon, yüksek tansiyon, insülin direnci vs. gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. Ayrıca, uyku apne hastalarının trafik kazalarında daha fazla risk altında olduklarını bilmek önemlidir. Tanı Uyku apne sendromunu teşhis etmek için uyku testleri kullanılır. Polisomnografi adı verilen bu testler, uyku sırasında beyin dalgaları, solunum dalgaları, oksijen seviyeleri gibi birçok veriyi kaydeder. Bu verilerin analizi ile uyku apnesi tanısı konulur.

Tedavi Seçenekleri

Uyku testi verileri ile üst solunum yolu yapılarının incelenmesi sonucu elde edilen verilerin birlikte incelenmesi ile tedavi yöntemi kişiye özel seçilir. Pozitif Havayolu Basınç (PAP) tedavisi, cerrahi müdahaleler ve ağız içi aparatlar gibi yöntemler arasında seçim yapılır. Fazla kilolu hastaların kilo vermesi, sigara içenlerin sigarayı bırakması ve uyku verici ilaçlar kullanımının gözden geçirilmesi gibi genel önlemler de önerilebilir. Sadece sırtüstü yatıyorken hastalığı ortaya çıkan hastalarda sırtüstü pozisyonda yatmayı engelleyen yöntemler önerilir.

Uyku apne sendromu ciddi bir sağlık sorunudur ve tedavi edilmesi önemlidir. Eğer uyku apnesi belirtileri yaşıyorsanız, bir sağlık profesyoneli ile iletişime geçmek önemlidir. Sağlıklı bir uyku, genel sağlığınızın önemli bir parçasıdır, ve uyku apne sendromunu anlamak ve tedavi etmek daha iyi bir yaşam kalitesi sağlayacaktır.

Miyopinin İlerlemesi Durdurulabilir Mi?

Gençlerde Miyop görülme sıklığı büyük artmış göstermektedir, araştırmalara göre 2050 yılında her iki kişiden birinin miyop olacağı öngörülmektedir. Bu sonuç büyük oranda teknolojik gelişmelere bağlanmaktadır, ekran önünde ve cep telefonları ile geçirilen zamana paralel olarak miyopun da arttığı düşünülmektedir.

Miyopinin ilerlemesi durdurulabilir mi?

Ulusal ve Uluslararası araştırmalar ekran önünde geçirilen sürenin azaltılması ve/ veya 20 dakika çalışma sonrası 2 dakika ara verilmesinin faydalı olduğunu desteklemektedir. Erken çocukluk döneminde hızlı ilerleme gösteren miyop için göz damlaları kullanılmakta, ilerleme hızı yavaşlatılabilmekte veya durdurulabilmektedir. Yapılan çalışmalar dış ortamda daha az zaman geçiren çocuklarda (apartman çocukları) dışarda zaman geçiren çocuklara göre daha fazla miyop oluştuğunu desteklemektedir.

Laser ile miyop nasıl düzeltilir?

Excimer laser korneanın kırma gücünü değiştirerek hastaların gözlük kullanmadan net görebilmelerini sağlamaktadır. Bu teknoloji 30 yıl önce kullanıma girmiş olup geçen zaman içinde büyük gelişme göstermiştir.

Laser kimlere yapılabilir?

Laser tedavilerinin tümü korneayı incelterek numarayı düzeltmektedir, her hasta için güvenlik sınırları içinde kalınarak düzeltilebilecek numara değişiklik göstermektedir. Tedavi olacak olan hastanın kornea kalınlığı, göz bebeğinin genişliği ve daha da önemlisi kollajen dokusunun kuvveti (korneal biyomekanik ölçüm) incelendikten sonra kaç derece düzeltme yapılabileceğine karar verilmektedir.

Laser öncesinde nelere dikkat edilmeli?

Laser tedavisi olmak isteyen hastalar en az 1 hafta önce lens takmayı bırakarak muayeneye gelmelidir. Hastada kontakt lense bağlı kuruluk var ise geçene kadar beklemeli ve gözyaşı damlaları ile hasta göz yüzeyini nemli tutmalıdır.

Laser hangi durumlarda yapılamaz?

Excimer laser tedavisi gebelik ve süt verme dönemlerinde, romatizmal hastalıkların varlığında yapılamaz. Laser öncesi yapılan tetkikler de korneanın tedavi sonrası deforme olma olasılığı var ise tedavi yapmamak gerekir. Laser tedavisinin en önemli komplikasyonu riskli kornealarda korneayı incelterek ektazi (keratokonus) hastalığının açığa çıkmasına neden olmasıdır. Tetkiklerde en ufak bir şüphe var ise laser uygulamaktan kaçınmak en doğru yaklaşım olacaktır.

Laser ile yaşa bağlı yakın görme bozukluğu düzeltilebilir mi?

Maalesef bu konuda etkili bir tedavi yöntemi yoktur. Yakın görme bozukluğu gözün yaşlanması ile açığa çıkmaktadır. Laser ya da başka cerrahi yöntemler ile günümüzün teknolojisi ile başarılı sonuçlar alınamamaktadır.

Obezite Nedir? Ne Sıklıkta Görülür, Nasıl Tamı Koyulur?

Vücutta sağlık riski oluşturacak şekilde yağ miktarının artmasına obezite adını veriyoruz. Çağımızın en önemli salgın hastalıklarından biri olan obezite, şeker hastalığı, kalp damar hastalıkları ve kanser başta olmak üzere iki yüze yakın başka hastalığın ortaya çıkmasında da rol oynuyor. Dünyada 2 milyardan fazla kişide kilo fazlalığı ve obezite mevcut. Türkiye’de de her 3 erişkinden birinde kilo fazlalığı, birinde obezite görülürken yalnızca birinde vücut ağırlığı normal sınırlarda. Benzer şekilde ülkemizdeki veriler her 10 çocuktan 3’ünün kilo fazlalığı ya da obeziteden etkilenmiş olduğunu gösteriyor.

Obezite tanısını kilogram cinsinden vücut ağırlığının metre cinsinden boyun karesine bölünmesiyle elde edilen vücut kitle indeksi (VKİ) rakamının 30 kg/m2 üzerinde olmasıyla koyuyoruz. Bu rakamın 25-30 arasındaolmasına da kilo fazlalığı diyoruz. Ancak bu rakamlar bazı kişilerde vücuttaki yağ oranını tam olarak yansıtmayabilir. Obezite nedeniyle takip ve tedavi ettiğimiz hastalarımızda başka değerlendirmeler de yapıyoruz.

Obezite neden oluyor?

Obezite kişinin bireysel hatalarından dolayı ve kendi kontrolünde gelişen bir durum değil. Kronik, kompleks, ilerleyici ve tekrarlayıcı bir hastalık olan obeziteyi genlerimiz ve metabolizmamızın alışık olmadığı anormal çevreye vücudumuzun normal cevabı olarak tanımlayabiliriz. Beslenme alışkanlığı ve hareketsizlik obezite gelişiminde çok önemli ancak duygudurum bozukluğu, stres, yetersiz uyku, barsak mikroplarımızdaki değişiklikler ve çevremizden maruz kaldığımız hormon bozucular gibi birçok faktör de vücudumuzun yağı depolamasını kolaylaştırıyor.

Obezite ve COVID19 arasında bir ilişki var mı?

Obezite ve COVID19 hastalığı birbirlerini olumsuz etkiliyor. Obezite COVID19 hastalarında hastaneye yatış, yoğun bakım ve yardımcı solunum cihazı ihtiyacını %30- 80 arasında artırıyor. Obezite, solunum, kalp, metabolizma, bağışıklık ve pıhtılaşma sistemleri üzerinde bozukluklara yol açarak hastalığı ağırlaştırıyor. Buna karşılık COVID19 pandemisi döneminde yeni yaşam koşulları ve toplumsal hareketlilik kısıtlamaları insanlarda endişe ve stresi artırarak sağlıksız bir yaşam tarzını beraberinde getiriyor. Salgın tedbirleri ile fiziksel aktivitede azalma, yeme içme davranışlarında bozulma, sosyoekonomik güçlükler ve psikososyal durum bozuklukları ortaya çıkıyor. Tüm bunların enerji metabolizmamıza yansıması hem kilo fazlalığı olan hem de olmayan bireylerde kilo artışına meyil olarak karşımıza çıkıyor.

Obeziteyi önlemek mümkün mü? Kilo kontrolü için neler yapmalı?

Obezitenin önlenmesi ve yönetilmesinde özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve hükümetlere önemli görevler düşüyor. Bu konuda birey, çevre ve toplum düzeyinde çalışmalar ile sonuç almak mümkün. Obezitesi olan bir bireyde tek başına “az yemek yemek ve çok hareket etmek” kalıcı bir çözüm sağlamıyor. Ancak bumun yanında özellikle COVID19 pandemisi döneminde kilo fazlalığı ve

obezite ile ilgili hepimizin alması gereken basit tedbirler var. Ben bunları “BUSE” kelimesinin 4 harfi ile tanımlıyorum. “B” harfi beslenme. Bunun için mutlaka sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenmek gerekli. Halihazırda doymuş yağları, şekeri, işlenmiş gıdaları fazla tüketiyoruz. Bunun yanında lifli gıdaları az tüketiyoruz, doğal ve çeşitli beslenmiyoruz. Örneğin günde 5 porsiyon sebze, meyve tüketimi tek başına kalp damar, şeker hastalığı, obezite riskini yüzde 30 azaltıyor: “U” harfi uykuyu temsil ediyor. Gece 6-8 saat kesintisiz gece uykusuna dikkat edilmeli. Daha azı da daha fazlası da sağlık riski taşıyor. “S” harfi stresi temsil ediyor. Stresi kontrol altına almadan vücut ağırlığını kontrol altına alabilmek mümkün değil. Yüksek stres durumunda vücut özellikle iç organlar ve karın çevresinde fazladan yağ tutuyor ve sağlık riskimiz artıyor. Son harf “E” ise egzersiz. Hareket etmeden kalıcı kilo kontrolü sağlanamıyor. Bu nedenle salgın döneminde de fiziksel mesafe kurallarıma uyarak yeterli düzeyde egzersiz yapılmalı. BUSE formülü ile hem kilo kontrolünü sağlamak hem de bağışıklık sistemini güçlü tutmak mümkün.

Covid-19 Aşıları

1. Koronavirüs hastalığı 2019 COVID-19) aşılarının hedeflediği antijen nedir?

Geliştirilmekte olan aşıların çoğu, Şiddetli Akut Solunum Yolu Sendromu-Koronavirus-2 (SARS-CoV-2 zarfinin yüzeyinde bulunan, konakçı hücrelere girmesini sağlayan virüsün spike (S) proteinini hedef alıyor. Farklı çalışmalar S proteinine karşı tetiklenen nötralize edici antikorların enfeksiyondan korunma sağlayacağını göstermiştir; bu nedenle spike protein 2020’de geliştirilen aşıların çoğunun hedefini temsil ediyor.

2.COVID-19 aşılarının farklı türleri nelerdir?

Covid-19 aşıları; iki kategoriye ayrılabilirler;

a) Tüm virüse dayalı aşılar bunlar, beta-propiolakton ile inaktive edilmiş bir bütün virüsten (bu durumda SARS-CoV-2) oluşur Sinovac [Coronavac], Sinopharm [Chinese-WIBP-Vero- Inaktive-Covid], Valneva [VLA 2001] ve Bharat Biotech [Covaxin, BBV152]) veya canlı ancak zayıflatılmış bir virüs (örnek: Hindistan Codegenix/serum enstitüsü tarafından geliştirilen aşı) [COVI-VAC]).

b) Viral bir proteine (burada S proteini) veya proteinin bir parçasına dayalı aşılar.

Protein veya virüs benzeri partikül aşıları (moleküler S-protein kümeleri), nükleik asit aşıları ve viral vektör aşılarını içerirler.

Oxford-AstraZeneca Üniversitesi [AZD1222, ChAdOx1- nCoV-19] ve Gamaleya Araştırma Enstitüsü tarafından geliştirilen viral vektör aşıları gibi kısmen veya tamamen değiştirilmemiş bir proteine dayanmaktadır. [Gam-COVID-Vac, Sputnik V olarak bilinir], CureVac-GSK [CVnCoV] tarafindan geliştirilen haberci RNA (m-RNA) aşısı ve COVAXX [UB-612], Medicago [ COVLP], Clover Biopharmaceuticals /GSK/Dynavax ve Sanofi Pasteur-GSK tarafından hazırlanan protein aşıları. Diğer aşı türleri, prefüzyon formundaki değiştirilmiş proteine dayanır, örneğin, Moderna [Moderna COVID-19 Vaccine®, mRNA-1273] ve Pfizer-BioNTech [Comirnaty®, BNT162b2] tarafindan geliştirilen m-RNA aşıları, Janssen Vaccines & Prevention (Johnson & Johnson) tarafindan geliştirilen viral vektör aşısı [Ad26.COV2.S] ve Novavax tarafindan geliştirilen protein aşısı [NVX-CoV2373]’dır.

3.Aşılar adjuvanlar içeriyor mu?

Canlı aşılar, RNA aşıları ve viral vektör aşıları adjuvan içermezler. İnaktive (ölü) virüs aşıları ve protein aşıları adjuvanları gerektirir.

  1. COVID-19 aşılarının geliştirilmesi ve şartlı pazar izni alması için neden bir yıl yeterli görüldü
  2. A) Etken ajan hızla karakterize edildiğinden ve nispeten stabil bulunduğundan.
  3. b) Çünkü koronavirüs bağışıklığı hakkında bilgi mevcuttu.
  4. c) Önceki, oldukça gelişmiş araştırmalar yenilikçi aşı platformlarının kullanımını mümkün kıldığı için
  5. d) Çünkü eşi benzeri görülmemiş bir bilimsel ve finansal destek mevcuttu.
  6. e) Klinik deneyler hızla gerçekleştirildiğinden.

4.Bazı aşıların klinik denemeleri neden askaya alındı?

Belirli bir aşının olası bir olumsuz etkisi konusunda şüphe doğduğunda çalışmalar askıya alınır. Farklı durumlarda, bağımsız bir komite ilgili verileri analiz eder ve hastalığın aday aşıyla herhangi bir şekilde ilişkili olduğuna dair kanıt olmadığında çalışmanın yeniden başlatılmasına izin verir. Böylece, 6 Eylül 2020’de, AstraZeneca ve Oxford Üniversitesi tarafindan geliştirilen adenovirus bazlı AZD1222 aşısının denemeleri, Birleşik Krallık’tan katılımcılardan birinde miyelit görülmesinin ardından askıya alındı.

Ancak bağımsız bir nörolog komitesi miyelitin idiyopatik olduğuna karar verdikten ve eşit derecede bağımsız düzenleyici kurumlar onay verdikten çalışmaların yeniden başlamasına izin verildi.

5.Bir aşının güvenliğini belirlemek için gerekli izleme süresi nedir?

Yakın zamana kadar, aşılama deneyimi, aşıların yan etkilerinin aşılamadan birkaç gün sonra (en fazla altı hafta) meydana geldiğini gösterdi. Ve şimdiye kadar, bir otoimmün hastalığın başlangıcında bir aşının sorumluluğu henüz gösterilmedi. Aşılara bağlı istenmeyen olaylar saptamak için, klinik çalışmalarda izleme süresi altı ayı aşmaktadır.

6.Daha önce COVID-19 geçirmiş veya SARS-CoV-2 ile asemptomatik olarak enfekte olmuş bir kişiyi aşılamanın herhangi bir tehlikesi var mı?

Pfizer-BioNTech, Moderna ve AstraZeneca aşıları SARS-CoV-2 enfeksiyonu geçirdiği gösterilen kişilerde hastalığı şiddetlendirmez. Bu kişilerde hastalıktan yaklaşık 3 ay sonra aşı uygulanabilir.

7.Belirli bir aşı kapsamı eşiğine ulaşıldığında hastalığın dolaşımı sınırlanacak mı?

Aşı uygulamalarında ilk aşamalarında amaç, komplikasyon riski altındaki kişileri korumak ve daha ziyade ölümleri ve hastaneye yatışları önlemek olacaktır. Virüsün “varyantlarının” ortaya çıkmasından önce, popülasyonun %60’ı aşılandığında sürü bağışıklığına ulaşılabileceği görülüyordu Daha bulaşıcı varyantların (daha yüksek RO) ortaya çıkması, aşılanamayan bireyleri dolaylı olarak koruyacak “grup etkisi “ne etkin bir şekilde ulaşmak ve muhtemelen salgını durdurmak için bağışıklı kişilerin oranını artırmaya eğilimlidir.

8.SARS-CoV-2 mutasyonlarının aşı etkinliği üzerinde bir etkisi var mu?

Eldeki veriler, önceki enfeksiyonların, çalışmaya alınan kişilerin üçte biri pozitif SARS-CoV-2 serolojisi gösterirken varyant nedeniyle semptomatik yeniden enfeksiyondan tam koruma sağlayamadığını göstermektedir.

MRNA aşılarının teknolojisinin hızlı gelişme ile uyumlu olduğu göz önüne alındığında, en az bir varyant dizisini içeren yeni aşılar sekiz hafta gibi bir sürede geliştirilebilir.

 

 

 

Bağışıklık Sisteminin Desteklenmesinde “Ozon” Tedavisinin Rölü

Prof. Dr. Ayşe Banu Çaycı Kliniği

Ozon üç oksijen atomundan oluşan, oda sıcaklığında renksiz karakteristik kokulu bir gazdır. Medikal Ozon ise %5 ozon ve %95 saf oksijen karışımından oluşmaktadır. Bu karışım özel bir jeneratör tarafından saf medikal oksijenden üretilmektir. Ozon yeryüzünde bilinen en güçlü üçüncü OKSİDAN AJAN olması nedeniyle EN GÜÇLÜ DOĞAL
DEZENFEKTAN olarak kabul edilir. Yaygın kullanılan dezenfektan olan Klordan 3125 defa daha güçlü mikrop öldürücü olarak kabul edilir.

Ozon’un ANTİVİRAL ,ANTİBAKTERYEL ETKİSİ doza bağımlı olarak 3 mekanizma üzerinden gerçekleşir;

1. OKSiDAN-ANTiOKSiDAN ETKi

2. ANTiENFLAMATUAR ETKi

3. İMMÜN MODULATÖR ETKİ

Ozon’un en önemli etkisi EKSOJEN AKUT OKSİDATİF STRES oluşturarak ANTİOKSİDAN SİSTEMİ AKTİVE ETMESİDİR.(AOS Enzimleri : Glutatyon Peroksidaz, katalaz, Süperoksit
Dismutaz enzim aktivasyonunu arttırarak) Mikroorganizmaların sağlıklı hücrelere kıyasla AOS’i zayıf olduğundan mikroorganizmalar ozona daha duyarlıdırlar.

Mikroorganizmaların antioksidan sistemleri ozonun oluşturduğu güçlü oksidatif strese karşı yetersiz olduğundan miroorganizmalar parçalanıyor. Ozon, fosfolipit ve lipoproteinleri oksidasyona uğratarak mikroorganizmalar (Bakteri, Virus, Mantar ve Protozoa) ları parçaladığından lipitten zengin zarf içeren viruslar ozona daha duyarlıdırlar.

Ozon, virüs – hücre temasını peroksidasyon ile bozarak, viral kapside hasar verir ve üreme döngüsünü sekteye uğratır. O3 ile kolayca okside olabilen lipit zarf içeren viruslar( Herpes, HCV, HIV gibi) ozon’a daha hassastır.

Corono virüs enfeksiyonunda sorunlardan birisi de aşırı sitokin üretimidir.Bu sitokinler :interferonlar (IFN-α, IFN-β, and IFN-γ), İnterlökinler (interleukins of the types IL-1b, 2, 4, 6, 8, 10), Tümör Nekroz Faktör (TNF – α), Granülosit Makrofaj Koloni Stimulan Faktör (GM-CSF) ve Transforming Growth Faktör (TGF-β1) dür. Bir çok
çalışmada ozonterapinin SİTOKİN SALINIMINI MODÜLE ettiği gösterilmiştir.

Ozon akciğer ve periferik doku oksijenlenmesini arttırır ve akciğerde gaz geçirgenliğini iyileştirir, çünkü nitrozitollerin aracılık ettiği periferik vazodilatasyonu eritrositlerde artmış glikoliz sayesinde daha fazla ATP üretimi ve sekonder olarak artmış 2,3-DPG seviyeleri (Bohr etkisi) ve eritrositlerde Na / K + membran pompasının optimum çalışması sayesinde daha fazla elastikiyet sağlanır.

MEDİKAL OZONUN TEDAVİ İÇİN UYGULANDIĞI HASTALIK VE DURUMLAR

• Bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi,

• Damar dolaşım bozukluklarının giderilmesi

• Romatizmal hastalıklar ve fibromiyaljinin kontrolü

• Bel ve boyun fıtıklarında ağrının azaltılması,

• Diyabet ve diyabete bağlı komplikasyonların özellikle ayak yaralarının tedavisi,

• İnsülin direncinin azaltılması, metabolik sendrom ve yağlı karaciğerin tedavisi,

• Yara ve yanık tedavileri,

• Kolit olarak geniş anlamda ifade edebileceğimiz inflamatuar barsak hastalıklarının tedavisi,

• Kronik yorgunluk sendromu,

• Baş ağrıları, migren,

• Allerjiler

• Akut viral hepatitler ve herpes (uçuk) tedavisi

• Tekrarlayan vajinal mantar

• Ciltte yaşlanmanın geciktirilmesi

• Sağlıklı yaşlanmanın sağlanması için uygulanabilir.

OZON TEDAVİSİNİN UYGULANMA YÖNTEMLERİ

1 – MAJOR OZON UYGULAMASI: Damardan alınan 100 ml kan uygun şartlarda ozonlanarak tekrar aynı kişiye geri verilir. Hafta da 2-3 kez , 10-12 seans uygulanır.Diğer ozon tedavileri ile desteklenebilir.

2 – MİNÖR OZON UYGULAMASI: Kişiden alınan 2-5 cc kanın, belirlenmiş dozda ozonla karıştırılarak kas içine enjekte edilmesidir.

3 – TORBALAMA: El ve ayaklar özel bir torba içine sokularak nemlendirilir ve cildin ozonu emmesi sağlanır. Diyabete bağlı ayak yaralarında tavsiye edilmektedir.

4 – VÜCUT BOŞLUKLARINA OZON GAZI VERİLMESİ: Rektal, vajinal ozon verilmesidir. Makattan ozon gazının verilmesi, Ülseratif Kolit, Crohn hastalığı gibi iltihabi barsak hastalıkları adı verilen bir hastalık grubunda ve özellikle kabızlıkta uygulanmaktadır.

5 – EKLEM İÇİNE OZON GAZI VERİLMESİ: Ağrılı iltihabi eklem romatizması olan artrit ve tekrarlayan artroz gibi hastalıklarda uzman doktorlar tarafından çok yavaş olarak eklem içine ozon gazı verilir.

OZON TEDAVİSİNİN YAN ETKİSİ VAR MI?

Ozon gazı solunduğunda toksiktir, göz ve hava yollarını tahriş edebilir. Ancak deneyimli ve eğitimli bir ekiple yapılan uygulamalarda herhangi bir yan etkisi
gözlenmemiştir.

OZON TEDAVİSİ UYGULANMASININ ZARARLI OLDUĞU BİR HASTALIK VAR MI?

Hipertiroidizm ve Favizm hastalığında (glukoz 6 fosfat dehidrogenaz enzimi eksikliği) ozon tedavisi uygulaması önerilmemektedir.